Yedi Defa Düşsen De Yine Kalk

Memur baba ve sadece çevresine iş yapan terzi bir annenin çocuğu olarak Adana’nın alt sınıfı bir mahallesi olan Sinanpaşa ve Kiremithane’de büyüdüm. Babam, maddi anlamda iki yakası bir araya gelmeyen biriydi.

Beyaz yakalı bir çalışanken, girdiğim bir tükenmişlik sendromu atağını kaldıramadım ve istifa ettim. Oysa her fırsatta “Türkiye şartlarına göre iyi bir maaş” diyordum kendi kendime ama alım gücünün artık küresel çapta değerlendirilmesi gereken bir kriter olduğunu sonradan anlamıştım.

Maaşımı olduğu gibi ATM’den banka borçlarına yatırıyordum artık. Bu nedenle maaşlı işe olan inancımı da kaybetmiştim, babamdan tek farkım bir memurdan daha fazla kazanmam ve özel sektörde olmamdı. Aslında burada sorun maaşta değil, gelir gider dengemi bozmamdı. Savurgan biri değildim ama hobilerime, hayat kalitemi yükseltecek şeylere para harcamayı seviyordum. Bu da beni çıkmaza sokuyordu.

Aslında, istediğim hayatı elde etmem için daha çok para kazanmam lazımdı. Maaşın aylık garanti olarak yatması da beni bir konfor tuzağına düşürmüştü, belki gelir düzensiz ve belirsiz olsa bu kadar rahat harcama yapamaz, daha kontrollü olabilirdim diye düşünüyordum ve artık ticarete atılmak, kendi işini yapma fikri aklıma girmeye başlamıştı. Oysa hiç böyle bir amacım yoktu önceden.

Kendi işimi yapmak, ticarete atılmak düşüncemi çevremde kiminle paylaşsam, onu nasıl yapamayacağımı, nasıl başarısız olacağımı ve nasıl sefil bir hayat yaşayacağımı duydum çevremden çünkü çevremde girişimci yoktu. Memur, beyaz yakalı ve mavi yakalı çalışan insanlardı genelde.

Kredi Borcu ile İşten Ayrılmak

İşten ayrılmıştım ve bilgisayar görmeye tahammülüm bile kalmamıştı. Bir yere girip çalışma ihtimalini de kafamdan silmiştim ama ne yapacağımı ve ne satacağımı bilmiyordum, ticari deneyimim de yoktu.

İşten ayrılmadan hemen önce kredi çekmiştim, amacım o krediyle biraz idare etmek, üretip satacak bir şeyler almaktı. Sanki kesin başarılı olacak mışım gibi, muazzam bir cahil cesareti.

Beyaz yakalı kafamla deriden kamera askısı, saat kordonu ve Macbook kılıfı üretebileceğimi düşünerek işe koyuldum. Deri zaten pahalı bir malzeme, üstüne kesme biçme aletleri derken epey can sıkıcı oldu masraflar.

Youtube’dan videolar izleyerek öğrenip başta 3–5 parça ürün satabilsem de sonuçta tek başıma ve kısıtlı üretimle istediğim kazançlara çıkamayacağımı anlamıştım, zaman geçiyordu, sadece 3 ay yetecek para kalmıştı hesabımda ve para kazanmam lazımdı.

Düşünüyordum…

Üretelim Ama O İş Öyle Olmuyor

İş hayatını sonlandırınca, maddi olarak da zor duruma girince Adana’ya aile evine dönmek zorunda kaldım. Adana’da Büyüksaat bölgesindeki deri atölyelerini gezip, ürünleri seri ürettirmek istedim, böylece ufak çaplı reklam vererek yurtdışına satışı deneyebilir, pazar yerlerine iddialı girebilirdim diye düşündüm. On farklı üretilecek model çıkarmıştım ama her model için minimum 50-100 adet arası ürettirmem gerektiği söylendi, aksi halde hiçbir atölye yanaşmıyordu üretime ama buna gücüm yetmezdi.

Öğreniyordum…

Yola Çıkana Yolun Görünmesi

Garip bir şekilde her gün atölyelerin olduğu bölgeye gidiyordum, sanki farklı bir şey bulacakmışım gibi. Öyle de oldu, atölyeleri yine gezerken birisi bana “Buranın adamına benzemiyorsun, gel bir sohbet edelim, ne yapıyorsun günlerdir burada?” dedi biri. Muharrem abi ile tanışma hikayem böyle başladı.

Beni atölyesine davet etti. Dört espresso gücündeki esnaf çayı eşliğinde sohbet ettik ve sonra şu diyalog geçti;

M: Ne yapıyorsun burada, her gün görüyorum seni. Satışçı falan mısın?

Ben: Yok, aksesuar ürettirip satmayı planlıyorum ama bütçeyi aşıyor, işten de istifa ettim zaten, çok anlamıyorum da bu işler nasıl dönüyor. Öyle geziyorum her gün.

M: Bak bende birinci sınıf ayakkabılar var. Bana bir teklif sun. Birlikte çalışalım.

Ben: Ne teklifi sunayım abi? Aksesuar üretecek para bulamadım, bunları nasıl alayım.

M: Teklif sunmayı öğren, bir teklif sun. Sana teklif sunulsa dahi sen de kendi teklifini sunmayı öğren.

Ben: Tamam da para lazım abi teklif için, para olmadan ne teklifi sunayım.

M: Sana her şeyi para olarak mı öğrettiler yoksa kafan mı çok çalışmıyor. Sana teklif sun diyorum bana param yok diyorsun. Al bu ürünlerin fotoğrafını çek, numune götür birer tane, sattıkça benden al ya da al götür ürünleri, ay sonunda sattıklarının parasını ödersin.

Bu yönteme konsinye satış denir, önce satar sonra ödersin. Önce para kazan, sonra hayalindeki ürünü yine sat, al sana ürün. Demekki teklif sunmak için para şart değilmiş değil mi? Ben sana nasıl çalışırız diye teklif sun diyorum sen para yok diyorsun.

Ben: Yalnız ben ayakkabıdan anlamam, kadın ayakkabıdan hiç anlamam.

M: Ben de annemden doğduğumda öğrenmedim, doğuştan gelen bir bilgi değil yani öğrenirsin. Şimdi benimle fiyat pazarlığı yapacaksın. Ben seni kazıklamaya çalışacağım ama kazıklanmayacaksın…

Muharrem abi ticaret yolundaki ilk hocam diyebilirim. İlkokul mezunu bu adamın onlarca çalışanı ve ünlü markalara da lisanslı üretim yapan devasa bir atölyesi vardı. Konuşması benim gibi steril ofis ortamından çıkmış beyaz yaka biri için şok etkisi yapsa da şoku atlatmıştım. Adam haklıydı, önce para kazanmam lazımdı. O gün, önemli olanın yola çıkmak olduğunu anlamış ve o yoldaki ilk kişiyle tanışmıştım.

Öğreniyordum…

İlk Satış ve İlk Fatura Vakası

Kısıtlı bütçe sebebiyle; açık kaynak, ücretsiz bir eticaret yazılımı olan Prestashop ile eticaret web sitemi kurdum. Şahıs vergi mükellefi oldum, Bağkur primini ödeyemeyeceğimi fark edince muhasebecim “Hemen ödemek zorunda değilsin, haciz olmaz, paranı kazan sonra geçmişe dönük ödersin” demesiyle rahatladım.

Facebook ve Instagram’da reklamlar vermeye başladım. Kalan parayı da buraya sıvayacaktım. Para kazanmak için para harcamak gerekliydi ama artık son kuruşlardı.

İkinci gün ilk satışımı almıştım. Hatalı yazdırdığım ilk faturayı da çöpe atmıştım, muhasebeciye bir şey danışırken söyledim, o da panikle “Delirdin mi ne çöpe atması, fatura atılmaz, yırtılmaz.” demişti. Başladım çöpü kurcalamaya.

Ne bileyim, ilk işim, ilk satışım, öğreniyordum…

İlk Yatırımcım ve İlk Dolandırıcım

İnternet satışlarım günlük rutine girmişti ve yaptığım işi atölyelerden duyan bir zincir mağaza sahibi işi büyütmek ve birlikte çalışmak istediğini söyledi. Arkama aldığım sermaye gücüyle rahatladığımı düşünerek işi ve ekibi büyütüyordum ki ticari hayattaki toyluğum sebebiyle kısa bir süre sonra dolandırıldım ve sıfırlandım.

Dolandırılmaktan kasıt, yazılı bir anlaşma yapmamıştım, işler hareketlenince adam bu iş benim dedi, ben de bir hak iddia edemedim. Şimdi düşünüyorumda inanılmaz bir toyluk, aptallık benim yaptığım. Yazılı belge olmadan neyin ortaklığı, neyin yatırımcılığı bu. 🙂

Yağmur yağdığında ortaya çıkan şemsiyeciler gibi, bir düşüşte “Biz demiştik kolay değil bu işler Ahmetcim” diyen gerzek çevrem yine ortaya çıkmıştı. Yaptıkları en cesur hamle taşıt kredisi çekmek olan insanlar tarafından ticarete atılarak ne kadar yanlış bir seçim yaptığım vurgulanıyor, kendi hayatlarının ne kadar rahat olduğunu anlatmaya çalışılıyorlardı, aslında kendilerini tatmin etme çabasındaydılar, ben battığım için değil kendileri bu yola girmediği için ne kadar doğru bir seçim yaptıklarını düşünüyorlardı.

Öğreniyordum…

七転び八起き
“Yedi defa düşsen de, yine kalk.”

– Japon Atasözü

Yakınmanın Bir Lüks Olduğunu Fark Etmek

O yaşa kadar zaten çok özgüvenli biri değildim ve dolandırılma vakasından sonra, artık kendime güvenimi iyice kaybetmiştim. Hayatımda bu kadar güçsüz hissettiğim bir an hatırlamıyorum. Adeta kendime acıyordum, insanın kendine acıması kadar zavallı bir hal yok. Aynaya baktığımda kendine bir faydası olmayan, kandırılan bir zavallı görüyordum.

Ailemle paylaştım; annem ve babam çok üzülmüştü. O an şunu düşündüm; bu durumun neye faydası vardı? Hatta birkaç arkadaşı arayıp; birilerine yakınıp, söylenip, ağlamak istiyordum. Bunun inanılmaz gereksiz bir lüks olduğunu fark ettim, bu neyi değiştirecekti? Ailemin üzülmesi, arkadaşlarıma yakınmam neyi değiştirecekti?

Bu düşüncelerle boğuşurken, ödemeleri geciktirdiğim için bir bankanın avukatı aradı. Avukata da telefonda sanki arkadaşımla paylaşır gibi durumu anlattım, avukat gayet duygusuz ve kaba ama haklı olarak “Biz ne yaşadığınızla ilgilenmiyoruz Ahmet Bey, ödeme için sizden tarih almam lazım.” dedi.

Beni kendime getirmişti avukat. Adam haklıydı, senin ne yaşadığın kimsenin umrunda değil. Aylık ödemelerim, faturalarım ve borçlarım insanlar üzüldüğü için ertelenmeyecekti. Kimsenin beni o çukurdan çıkaracak maddi gücü de yoktu, bunu yapması için sebep de yoktu çünkü ben kendi seçimlerimin sonucunu yaşıyordum, herkes vah vah diyor o kadar.

Travma Sonrası Yükseliş

On gün kadar süren buhran sonunda işte o gün ben ayağa kalkmazsam kimsenin umurunda olmadığımı fark ettim. Tekrar kalkıp başlamak gerekiyordu, üstelik bir an önce çünkü ödemelerim ve hayal ettiğim bir hayat vardı, para kazanmak zorundaydım, zaman da geçiyordu.

Tekrar başlamaya karar verdiğim günün ertesi sabahını unutmam, duruşumun daha dikleştiğini, daha canlı ve kendinden emin bakmaya başladığımı hissetmiştim. Özgüvensizlik hissetmiyor, korkutucu derecede kendime güveniyordum, işin ilginç yanı beni dolandıran kişiyi de zihnimde affetmiştim, hatta bunu yaptığı için onu bir zavallı görmeye başlamıştım, zavallı adam zincir mağazaları olan milyonluk biri bunu yapmaya gerek duymuştu, küçük ve zavallıydı. Zihnimi onunla meşgul edecek zamanım da yoktu, ayrıca biri bana zarar verebildiyse bu benim zaafiyetimden dolayıydı, sorumlusu yine bendim.

Her şeyden öte beynim sanki beni bir yaşamda kalma savaşına hazırlıyor gibiydi. Psikolog arkadaşıma çok sonra bunu anlattığımda, yaşadığım bu durumun travma sonrası yükseliş olduğunu söyledi.

Öğreniyordum…

Tekrar Başla ve Aynı Aptallığı Yapma

Zaten işin temellerini öğrenmiş, tedarik sorunumu çözmüş, atölyelerin güvenini kazanmıştım. Hızlıca işe koyuldum, ilk üç ay ödemelerimi yapamadım bankaya, Muharrem abinin “Kendi teklifini sun, şansını dene” sözü aklıma geldi. Bankalarla görüşüp sıkıntımı anlattım ve çözüm için bir teklif istedim. Onlar da ek faiz, masraf karşılığında 6 ay öteleyebileceklerini borçları da yapılandıracaklarını söylediler. Güzel bir haberdi bu, adeta nefes almaya başlamıştım. Teklifimi sunmuş, şansımı denemiştim ve olmuştu.

Bu ara dönem çok uzun, geçiyorum o nedenle, çok uzadı yazı…

Aylar sonra üç farklı ofis değiştirdik çünkü hem ekip büyüyor hem malı depoluyorduk ve sığmıyorduk. Kargo firmaları sadece kendileriyle çalışma karşılığı ofise klima, bilgisayar veya elektrik faturalarımızın ödenmesi gibi ilginç tekliflerle geliyorlardı.

Öğreniyordum…

İlk Yüklü İhracat ve Tekrar Batış

Laleli’de tanıştığım Roman adında Ukraynalı birine, Ukrayna ve Rusya distribütörlüğü vermeyi teklif ettim, kabul etti ve o günden sonra çılgınlar gibi Rusya pazarına toptan ürünler sattık. Roman’ın geniş bir perakende ağı vardı. (Hala arkadaşız.)

Roman bir gün yüklü bir talep olduğunu, bunu karşılarsak seviye atlayacağımızı söyledi. Biz de kabul ettik ve Rusya’ya kapasitemizin 11 katı yüklü bir malı İzmir Limanı’ndan Rostow Limanı’na gönderdik ve iki gün sonra Türk Hava Kuvvetleri, Rus uçağını Suriye’de vurdu.

Bu süreç de uzun; kısaca mallarımıza ulaşamadık, geri çekemedik, Rusya’daki banka hesaplarımız bloke edildi, bloke edilen tutar Rus dağıtımcı müşteriye iade edildi, Roman’da Rusya’da rüşvetle bu işi çözmeye çalışınca hapse atıldı, neyseki üç ay sonra serbestti fakat o da biz de batmıştık çünkü kapasitemizin 11 katı bir borçlanmaya girmiştik, gerçekten her şey yolunda gitseydi büyük bir kaldıraç olacaktı bizim için ama ilişkilerin iyi olduğu bir ülkeyle savaşın eşiğine geleceğinizi kim kestirebilir?

Ticari açıdan böyle bir olay ihtimal dahilinde olmadığından buradaki riski görememiştim. Sonuçta ihracat yapıyorsunuz, prosedür belli ama bir ülke ile savaşın eşiğine gelmek, hukuksuzca mallarla iletişimin koparılması gibi bir olasılık akıllara gelmiyor. Sigorta poliçesi böyle bir durumu da kapsamıyor üstüne.

Burada hatam, tek bir pazara fazla güvenip şirketi batıracak kapasitede bir riski tek pazar için almaktı. Bunu yapmamam gerektiğini ağır bedelle öğrendim. İnsan akıl edemediğini deneyimleyerek öğreniyor.

Kahkaha Eşliğinde Batış Kutlaması

Daha sonra hisse karşılığı işe dahil olan ve aynı zamanda ortağım olan arkadaşımla batışımızı adeta kutladık. Moraller gayet yüksekti, yaptığımız ağır hatalardan neler öğrendik ve yeni bir şey mi deneyelim yoksa öğrendiğimiz ayakkabı işinden devam mı edelim diye konuşuyorduk.

Yeniden başlayacağımıza çok emindik çünkü sadece kendimize güveniyorduk. Ne yapabileceğimizi biliyor, ne yapamayacağımızı bilmiyorduk.

Öğreniyorduk…

Tam Toparlarken 15 Temmuz Yaşanması

Tek ülke pazarına yığılmak riskli olduğundan farklı ülke pazarlarına yöneldim. Tekrar şirket kurdum ve biriken deneyimler ve network ile 54 ülkeye ulaştım. Tabi, eskisi gibi konteyner dolusu değildi ama her gün birkaç ülkeye, ülke başı 30–100 büyük koli ürün çıkıyordu.

Kendi çapımda, işi çok büyütme kaygım olmadan iş yapmak istiyordum artık. Bu nedenle küçük adımlarla ilerliyordum.

15 Temmuz darbe girişimi olunca piyasa tekrar durdu, çalıştığımız beş atölyeden üçü kaçtı, üç tedarikçiden ikisi kayıptı. Bunlara kayyum atandı, kayyumlarla görüştük. “Bu ülkenin sizin gibi genç girişimcilere ihtiyacı var, ne devlet desteği, ne teşvik kullanmışsınız, hiçbir cemaatle bağınız da bulunmuyor, ödemeniz yapılacak.” denildi ve güzelce övülüp gönderildik.

Geç gelen ödeme, ödeme değildir. Üstüne konkordatolar ilan edildi ve ödemeler 2 yıl ertelendi. O dönem seri iflaslara yol açan ayakkabı sektöründeki bu dalga bizi de vurdu. İflas demeyelim de bu sefer ben yeter diyerek kapattım.

Hayat Değiştiren Tayland ve Bali Yolculuğu

Bu süreçte pasif gelirlerim olan stok fotoğrafçılıktan her ay bir asgari ücret kadar zaten gelirim vardı. Biraz yorgunluk hissetmiştim ve artık hiçbir şey yapmayacağımı, sadece pasif gelirlere yöneleceğimi söylesem de girişimcilik virüsü bulaşmıştı bir defa…

Aradan biraz zaman geçti, küçük çaplı farklı ihracat işleri deniyor güzel sonuçlar da alıyordum ama büyütmek istemiyordum işleri, kendi halimde takılıyordum. Kuzenim bir gün “Tayland’dayım kuzen gel, hayat burada, kafanı dağıtırsın” dedi.

Bangkok’a indim ve ikinci gün “Ben burada yaşarım” dedim. Bangkok’un bende hakkı fazla, kendimi bulduğum, hayatımı değiştiren ve sanki hep oralıymışım gibi hissettiren bir şehir…

Vize süresi bitince ülkeye giriş çıkış yapmam gerekti ve Bangkok’tan Bali’ye 20$’a bilet bulunca ani kararla Bali’ye geçtim, zaten bütçe kısıtlı ve Bali de daha ucuzdu Bangkok’a göre.

Bali’de Ubud bölgesine geçmiştim. Listemde fotoğrafını çekip stok ajanslarına yükleyeceğim tapınaklar ve bölgeler vardı, bir taksiciyle anlaştım. Taksiciye buralarda ne üretilir, nesi ünlü gibi şeyler soruyordum. Bambu atölyelerinden bahsedince beni o bambu atölyelerine götürmesini istedim.

Bambu pipet üreten bir atölye beni çok heyecanlandırdı. Ürünleri fotoğrafladım, toptan fiyat aldım, lojistiği nasıl çözeriz diye sordum atölye sahibine ve Ubud Starbucks’ın muhteşem ortamında İngilizce bir katalog hazırlayıp. ABD’deki kafe ve restoran tedarikçilerine isme özel, kısa bir mail yazıp, pdf formatındaki kataloğu ekledim.

Yüzden fazla tedarikçiye mail göndermiştim teker teker ama 18 tanesi geri dönüş yapıp numune istedi. Önce bir tanesi ile, zamanla beş tanesi ile çalışmaya başladık. Altı ay sonunda bir milyon adetten fazla bambu pipet satmıştık. “Bu para bana hiçbir şey yapmazsam 5 yıl yeter” dediğimi hatırlıyorum.

Sonra aklına girdiğim arkadaşımla Bangkok’a yine gelmiştik. Ne bulduysak satmak istiyorduk. Bambu pipet işinden kazandığımla, Bangkok’a döndüğümde fulfillment bir depo işi yapmak istedim çünkü Bangkok’taki deri ve ahşap atölyeleri iştahlandırıyordu. Gece hayatında tanıştığımız ve Bangkok’ta yaşayan ABD’li ve Avrupalı gençlerin de Etsy, Amazon ve Shopify’da bir şeyler sattığını böylece Tayland’da ve komşu ülkelerde yaşadığını öğrendim, büyük depoların yüksek ücret talep ettiğini öğrenince minik bir fulfillment depo açtım.

O dönem Türkiye’de bunalıma giren yazılımcı arkadaşı da çağırıp yeni projeye üçüncü ortak yaptık. Bu proje fulfillment yardımcı uygulamaydı. Dünyanın herhangi bir ülkesinden herhangi bir yere, herhangi büyüklükte bir kargo en hızlı ve uygun, yavaş ve daha uygun, ne kadar sürede ve gümrük regülasyonları nelerdir gibi onlarca prosedürün dökümünü çıkaran bir paneldi.

Bu paneli komşu depo ve atölyeler de kullanmak isteyince kimse almasın düşüncesiyle “Yıllık 5000$” dedik ama kabul ettiler. Orta ölçekli depolar “Aylık 500$ olur mu yıllık veremem” diyince mecbur onları da kabul ettik. Panelden de kazanmaya başladık.

O sıralar yeni duyulan ve yavaştan büyüyen, daha sonra unicorn olacak olan FlashExpress bize ulaştı, küçük ve orta ölçekli fulfillment depoları aldıklarını, bizi de almak istediklerini söylediler. Teklif güzeldi, kabul ettik ve çok heyecanlıydık. Bir gün sonra “Lojistik panelinizi de almak istiyoruz” teklifi gelince neden olmasın dedik, satış ve devir işlemlerini gerçekleştirdik.
Dünyanın farklı yerlerini gezdik, partiler verdik, yeni insanlarla tanıştık, gittiğimiz her yerde “Burada ne yapılabilir, ne satılabilir, ne alınabilir” gözüyle de baktık ve bakmaya devam ediyoruz.

Türkiye’de değil dünyada yaşadığımızı da keşfetmiştik.

Fortis Fortuna Adiuvat

Hayat cesurlara cömert. Steve Jobs’ın bir sözü hep aklımdadır “Ölümün olduğu bir dünyada tüm riskler komik kalıyor.” Tuhaf gelebilir ama kendimi artık bir savaşçı gibi görüyorum, inanılmaz bir özgüven ve mücadeleci tarafım gelişti.

Dünya savaşı mı çıkacak? Çıkabilir. Yeni bir salgın mı olacak? Olabilir. Dünya bir ekonomik buhrana mı girecek? Girebilir. Dolandırmak mı istiyor biri? Deneyebilir. Her şarta adapte olabileceğime, her durumda mücadeleyi bırakmayacağıma, her şeyi lehime kullanabileceğime ve her kaostan bir çıkış yolu bulabileceğime inanıyorum artık.

Peki ya inandığım gibi olmaz, ağır kaybedersem? Sorun değil. Yolda olmaya devam, yol öğretir. Tekrar mücadeleye ve yeni çıkış yolları bulmaya devam. Kimseden bir beklentim yok, sadece kendime inanıyor ve kimsenin beni yerden kaldırmayacağını biliyorum.

Ayrıca mutluluklar kadar üzüntüler de, iyi şeyler kadar kötü şeyler de hayatın içinde yer alacak ve daima karşımıza çıkacak ve çıkmalı. Önemli olan bunlara verdiğimiz tepkiler ve sindirme şeklimiz. Olumsuz şeyleri dahi insan maddi ve manevi lehine kullanabilir. Yaşamda birçok şeyin kontrolü bizde değil zaten, bize düşen değişime adapte olabilmek.

Kimse bize muhteşem bir yaşam sözü de vermedi, dünya genel olarak kolay bir yer değil fakat bizim mücadeleci yanımız ve kendi sınırlarımızı bilmemiz, bir ülkeye veya bir bölgeye tıkalı kalmak zorunda olmadığımızı ve tüm dünyaya ulaşabileceğimizi fark ettiğimizde bu düşünce yapısı bizim için dünyayı daha kolay bir yer haline getirebiliyor.

Bilmemenin gücünü gördüm. Bir şeyi yapamayacağımızı bilmememiz onu yapmamızı sağladı.

— Bill Atkinson, Apple

Bazen ne olacağını, bizi nelerin beklediğini bilmediğimiz bir yola da girmemiz gerekebilir. Yolun sonunu görememek ve sadece yolda olmak belki bizi tahmin ettiğimizden çok daha iyi bir hayata götürebilir. Bill Atkinson’ın dediği gibi belkide başarmak için bazı şeyleri önceden bilmememiz gerekiyordur.

Son olarak, insan kaygı duyduğu sevdikleri için de mücadele veriyor aslında. Benim mücadelem hem kendim, hem maddi olarak destek olmak istediğim, hayatlarını değiştirmek istediğim sevdiklerim içindi aynı zamanda. Siz güçlenirseniz onları da güçlendirebiliyorsunuz.

e-Posta Listeme Katıl

Yeni içeriklerden ve duyurulardan haberdar olmak için e-Posta listeme katılabilirsin. 

Düşüncelerini Paylaş

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir